Hazırlayan Uğur Hüküm
Yayın tarihi 24/10/2007 Son güncelleme 24/10/2007 15:58 TSİ
Uğur Hüküm Cannes 15 Mayıs 2007
Yaşını ustalıkla saklayan ‘yakışıklılar’ gibi mi diyelim; cazibesinin zirvesinde değişmemeye, ‘kararlı’ ne kelime, her yıl çekiciliğini daha da arttıran ‘dilberler’ benzetmesini mi yapalım, bilemiyorum... İki yüz yıl önce haritada yeri bile olmayan bir balıkçı iskelesi, hiç bir fizik fevkaladeliğe sahip olmayan bir Akdeniz köyü, Cannes’ın 70 yılda dünya çapında bir çekim merkezine dönüşmesi kuşkusuz mucize filan değil. Gittikçe her anlamda ‘cazipleşen’ bu dev köyün veya şimdilerde 68.200 nüfuslu küçük kentin başarısı insan ‘aklında’ yatıyor. Cannes’ın ‘Dünya Köyü’ noktasına (!) varmasında tek tek insanlar kadar, siyasi iktidar ne renk olursa olsun bir asra yaklaşan ortak bir iradenin, ortak bir bilincin, uzun vadeli kalıcı bir politikanın payı çok yüksek ve belirleyicidir... “Neymiş varılan ‘nokta, nokta’ diye ısrarın”, diyerek isyana bile hazırlanabilirsiniz. Haklı olabilirsiniz... Bir kaç hatırlatmayla yetinelim. Takdir okurun...
İngiliz devlet adamı, Lord Harry Brougham and Vaux 1834 ilkbaharında tüberkülozlu kızının bakımı için, kışı geçirdiği İtalya’dan dönerken, bu defa da kolera salgını nedeniyle Var nehri yakınlarında İtalyan ile Fransa arasında sıkışmasa belki de Cannes, bilinen Cannes olmayacaktı. Rivayete göre Lord yolculuğu sırasında konaklamak üzere geceyi geçirdiği balıkçı köyünün tek hanında yediği Bouillabaisse’in (*) etkisiyle bir süre orada kalmağa karar verir. Biliyorsunuz, İngilizlerin güneş ihtiyaçlarını Akdeniz kıyılarında giderme eğilimleri çok eskilerden beri var. Lord çok sevdiği bu köyde bir yıl sonra kızı Eleonore adına bölgenin ilk malikanesinin inşasına girişir. Duyan gelir, duyan gelir, özellikle de Rus ve Fransız asilzade kesimlerden... Köy 2. Dünya savaşına kadar sakin, müreffeh ve belirli bir sanatçı – aydın grubunun da yerel hayatla uyumlu yaşadığı balıkçı kasabası olma özelliğini sürdürür. Faşist Mussolini İtalya’sının sinemayı ideolojisini vitrinlemek amacıyla 1932 yılında faaliyete geçirdiği Venedik Mostrası’na karşı Fransız aydın çevreleri de, sinemanın mucitlerinden Louis Lumiere’in sembolik başkanı olduğu Cannes Festivali’ni kotarırlar. Cannes Sinema Festivali’nin açılış günü Venedik Festivalinin başlangıç günü olan 1 Eylül 1939’a planlanmıştır. Aynı gün Nazi Almanya’sı Polonya’yı işgal eder. İptal edilen şenliğin yeniden gündeme gelmesi için 1946 beklemek gerekecektir.
Parasızlık nedeniyle düzenlemeyen 1948 ve 1950, ve siyasi – sosyal başkaldırı nedeniyle yarıda kalan 1968 hariç, Cannes 60 kez ve her seferinde artan bir ilgi ve eşsiz bir başarıyla en başta belirlenmiş misyonunu yerine getirir. İtalyan Neo-realizmi, Fransız Yeni Dalgası (Nouvelle Vague), İngiliz Özgür Sineması (Free Cinema), Brezilya Yeni Sineması (Cinema Novo) gibi sinema dünyasına, sanat – kültür hayatına yön veren akımlar burada kürsü bulur. Dünya sinemasının yüzlerce başeseri, onlarca dahi yönetmeni burada günışığına çıkar. Bir uca paparazziler ve berisindekileri beyinsiz sineklervari kendine çeken üstsüz starcıklardan, medya ve 7. sanatın yüksek okullarına uzanan geniş bir yelpazeyi, altyapıyı kurmayı beceren örgütleşme, öteki uca köklü bir sanayi ve ticaret yapısını yerlkeştirmeyi başarır. Cannes artık yalnızca senenin 10 gününde 150 bin sinema ve/veya medya meraklısının, turistin geçip, kente 120 milyon Avro bıraktığı canlı bir Sinema Müzesi değildir. Kent, köy havasından çıkmadan hala kıyısında balıkçı lokantalarında yemekler yenebilen bir evrensel iş merkezidir. 11’i kendi alanlarında dünyanın zirvesi kabul edilen, yılın 300 gününe yayılan 150 kongre, fuar, salon, şenlik ağırlayan bir kenttir. İki kilometrelik sahil caddesi, Festivalin efsanevi “La Croisette”’i 20 bin yatak kapasiteli bir otelcilik yapısına sahiptir. Cannes’ı uzaktan sadece lüksün, snobizmin merkezi, kazıklanma cennetin sananlar yanılır. Çünkü mevsimlik bile olsa müdavimleri bilirler ki, kentin istisnasız her noktasında neredeyse her keseye göre yiyecek, içecek hatta yatacak (Sinema şenliği süresince yer konusu gerçekten en büyük sorundur ve tek kelimeyle kazıktır.) yer bulunur. Yani Dünya Köyü çile çekmeye göze alan herkesi, yersiz yurtsuzu, çadırcısı dahil herkesi, ama aynı zamanda 481 bin kongreci turisti de çeker (Paris’ten sonra ikinci merkez). Gecesine 10 binlerce Avro’nun ödendiği Majestic, Carlton, Martinez biraz da Hilton gibi otellerden bir kaç metre geride, 10 gün süreyle asgari konforlu fare deliklerinde ortalama 100 Avro ödeyerek idare etmeye hazır binlerce sinemaperver aylarca önceden kuyruklara, bekleme listelerine girer. Sektör 2006 sonu itibariyle 16.200 kişilik istihdam alanı, 815 milyon Avroluk bir ciro yaratmış durumdadır...
Festival Komitesi başkanı Gilles Jacob, “91 ülkeden, yaklaşık 1000 gazete, 300 televizyon, 200 ajans, 150 radyoyu temsilen gelen 4500’e yakın gazeteci, sinema yazarı, eleştirmen, 1200 sinema yönetmeni, 10 bin civarında yapımcı, dağıtımcı, alıcı, satıcı, görücü ve gerisi, yani sinefil (sinema aşıkları, sinemanyaklar) olmak üzere festival süresince yaklaşık 40 bin kişiyi akredite ediyoruz.” diye anlatıyor. “Yarısı Kültür Bakanlığı, Cannes Belediyesi, Yerel Yönetimler, Özel fonlar kurumsal muhataplar ve sponsorlardan gelen 20 milyon Avroluk bir bütçemiz var. 10 günde 14 bin m²’ye yayılmış 30 kadar salonda 1400 gösteri düzenliyoruz. Evet, La Croisette bir cins Hollywood oldu ama, en sıradan sinema seyircisi de, kendine yapacağı ilk filmi için para arayan genç yeteneğe de kapılar, olanaklar açacak, dengeli bir yapıyı savunuyor, zihniyeti yaşatıyoruz...”, şeklinde konuşuyor Dünya Köyü Cannes’ın sinemacı bilge ağabeyi...
................................................................
(*) İçinde deniz ürünleri de bulunan, suyu çorba bolluğunda bir cins balık yemeği.
-------------------------------------------------------------------------
Uğur Hüküm – Cannes / 16 Mayıs 2007
Cannes’a ilk geldiğimiz yıllarda, özellikle 90’lı yılların ikinci yarısında sabahları epeyce serin ve yağmurlu günler yaşadığımı hatırlarım. Artık genel kirlenme mi, küresel ısınma mı desek bilemiyorum, ancak bu sene Cannes bizi tam bir erken yaz havasıyla karşıladı. Fransa’nın tümünde kapalı, sisli, yağmurlu bir iklim sürerken, “Cote d’Azur / Gökmavisi Sahili”(*) konuklarını adına layık bir görkemle ağırlıyor. Hava raporları ‘altıgen’ Fransa’nın bu köşesini ısrarla pırıl pırıl gösteriyor. Önümüzdeki günlerde böyle sürecek. Sabahları ilk basın gösterisi için 7.45’ten itibaren 2500’ü basın mensubu yaklaşık 3000 seyirciye kapılarını açan dev sinema salonu “Lumiere”de (özellikle de iyi) yer bulabilmek isteyenlerin en geç saat 8’de teşrif etmeleri gerekiyor. Çünkü bazen yıllanmış dostlukların, bazen de mesleki dayanışma veya raslantıların organize ettiği küçük ‘çeteler’in birbirlerine yer tutması diye bir olay var ki, dudaklarınız uçuklar. Bu ‘çete’lerde bir kişinin sabah 8’den önce salona girmesi, sayıları ortalama 4-5’i bulan yeri, koltuğu kapatmasına yeterli. ‘Erken gelen kapar’... Kural, yasa, merhamet hak getire... Tek kişi bir koltuğa bir dergi, ötekine bir hırka, bir çanta, bir torba attı mı... Yandınız, o yerler artık işgal altındadır. Herkes arkadaşlarının yerini aslanlar, kaplanlar gibi korur. Taaa ki, saat 8.30’ta otomatik anons gösterinin başlayacağını sinyallediği ana kadar, o koltuklar ‘rezerve’dir. Dayanışma çetesi olmayanın ve de sabahları şu veya bu nedenle erken kalkamayanların hali pek yamandır...
Cannes sabahlarının bir başka orjinalliği, bedava sinema yayınlarının edinilmesi töresidir. Fransa’nın en önemli haftalık mesleki yayın organı “Le Film Français /LFF” ve dünyanın en önde gelen haftalık sinema dergilerinden İngiliz-Amerikan kökenli “Screen International /SI” festivalin ilk gününden itibaren gündelik yerel baskı yaparlar. Gündelik veya 3 günde bir çıkan başka yayın organları da vardır ama bedava dağıtılan bütün bu dergilerin en kayda değenleri gerçekten bu ikisidir. Çoğu İngilizce ötekiler daha ziyade reklam broşürlerini andırır. LFFve SI’da toplu ve ayrıntılı günün ve ertesi günün gösterim programları, röportajlar, gündemdeki film veya oyuncu veya yönetmenleriyle ilgili bir yığın gerekli gereksiz bilginin dışında her iki derginin de son sayfalarında karşılaştırmalı bir eleştirmenler tablosu vardır. Bir gün önce seyredilmiş yarışma filmleri hakkında, Fransızca veya İngilizce dillerindeki belli başlı tüm sinema eleştirmenlerin puanladığı bu tablolar bir cins atyarışı tahminleri gibidir. Favoriler, outsider’lar, beklenmedikler, düş kırıklıkları vs, vs, gün geçtikçe dolan tablolardan festival koridorlarına, Pazar standlarına gazete, radyo, televizyon kulislerine haberler, yorumlar taşar gider. Hepsi veya bir kısmı bir iki gün arayla ve sel etkisivari meraklı sinemaseverlere ulaşır... Genellikle sabahları 7-8 arası büyük otellerin hollerine, giriş veya fuayelerine dağıtılan bu dergiler sabahın erken saatlerinde buralardan geçebilen ‘akredite’, kartlı ‘ayrıcalıklı’ların hizmetine sunulur. Gösteri salonuna geç kalmak istemeyenlerin otellerden yel gibi geçmeleri, otellere girip çıkmaları bile tek başına bir olaydır. Bu tarz trafiğin yoğun olduğu noktalara sabahın köründe üşüşen ve her geçene “Fazla bir davetiyeniz var mı?” diye soran gariban sinema meraklılarının halleri ve görüntüleri de ayrı bir belgesel konusudur. Kim bilir belki de birileri yapmıştır bile ?
İşte hepimiz bu Perşembe sabahı, okulun ilk gününe koşuşan ilkokul öğrencilerinin heyecanıyla Amerikalı yönetmen David Fincher’in (d. 1962 – Denver) “Zodiac”’ına koştuk. Fakat ikibuçuk saati aşkın gösterimden biraz hevesimiz kursağımızda kalarak çıktık. Elbetteki her seyredeceğimiz film bir başeser olacak değildi ya ? Olsun... Neyse, film üstelik aynı günlerde Türkiye’de de vizyona girdi. Meraklı okurlar veya polisiye filmseverlerin hoşlanacağından hiç kuşku duymadığımız film, yalnızca öldürmekten değil, bulmaca-bilmece çözdürtmekten de hoşlanan süper zeki (!) ‘seri katilci cani’nin peşinde koşup duruyor. İyi hoş ama açıkçası çok daha iyilerini gördük. Son değerlendirme yine de sizlerden. Jürinin de bizden çok farklı düşünebileceğine ihtimal vermiyoruz. Umarız ki yanılmayız... Ancak ekleyelim, bazı sinema yazarları filmi Altın Palmiye adayları arasına şimdiden koydu bile...
Çocukluğumun unutulmaz filmlerinden biri, gerçekte ikisi Albert Lamorisse’in (Paris 1922 – Tahran 1970) “Beyaz Yele” (1952) ve “Kırmızı Balon”’udur (1956). 50’li yılların sonunda Beyoğlu’ndaki eski ‘Yeni Ar’ sinemasında seyrettiğimi sandığım, orta hatta kısa metrajlı oldukları için daima bir arada gösterilen bu enfes filmlerin temizlenmiş, düzeltilmiş versiyonların festivalde yeniden gösteriliyor. “Beyaz Yele” 1952’de Jean Vigo, “Kırmızı Balon” da 1956‘da Cannes’da En İyi Kısa Metrajlı film ödülünü kazanmışlar. Fakat Cannes gündeminde şu anda daha fazla yer tutan film, Çinli yönetmen Hou Hsiao Hsien’in şenliğin paralel bölümlerinden ‘Belirli Bir Bakış’ın açılış filmi seçilen, “Kırmızı Balon”dan esinlenerek veya ona saygı mahiyetinde, üstelik Paris’te çektiği “Le voyage du ballon rouge / Kırmızı Balonun Yolculuğu”. Maalesef epeyce düş kırıklığı yaratan bir film. Yine küçük bir çocuk etrafında geçen bir hikaye. Kırmızı bir balon rozet gibi bazı sahnelere takılmış ama... İlgisiz yavan bir hikaye olmuş. Ancak başrol oyuncusu Juliette Binoche’un nefis oyununa değinmeden geçmeye gönlümüz elvermiyor. Biz özel olarak Binoche hayranı filan değiliz. Fakat aktris gündelik hayatta iş, çevre, çocuk arasında koşuşturan çağdaş kadının açmaz ve zorluklarını öylesi bir ustalıkla yorumluyor ki şapka çıkartmamak elde değil. Yalnızca Binoche’un oyunu için görmeye değer...
Yine BBB’de izlediğimiz bir ilk film var. Ona da şapka çıkartmak zorunda kaldık. 1980 doğumlu Fransız yönetmen Celine Sciamma “Naissance des pieuvres / Ahtapotların Doğumu” isimli uzun metrajıyla sinemaya dörtnala bir giriş yapıyor. 15 yaşlarında üç genç kızın, aslında çocuğun aşkı, cinselliği, arzu, arkadaşlık çelişki ve zevklerini nasıl yaşadıklarına tanık oluyoruz. Özellikle genç oğlanların, delikanlıların izlemesi gereken bir çalışma. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, o öğrenecekleri o kadar çok şey var ki...
Biz basının acizane kullarının bu günkü son gösterisi iddialı bir senaryo ve film. 1964 Novossibirsk doğumlu, daha önce 3 bölümlü bir Tv dizisi dışında, tek ve çok başarılı uzun metrajlı filmi “The Return / Dönüş”’ten tanıdığımız Andrei Zviaguintsev (soyadını okumaya kalkışmayın) ikinci filmi, “Izgnanie / The Banishment” ile ‘Resmi Seçme’de yarışıyor. Sovyet ekolünün ‘estetik’ ve ‘yalın’ anlatımının mirasçısı diyebileceğimiz, teknik açıdan mükemmele yakın bir çalışma. 2,5 saatlik film mafya-aile, dürüstlük-sadakat, kır-kent eksenlerine yerleştirilmiş fevkalade “ahlakçı-tutucu”, manevi ama dini boyutun rahatsızlık derecesinde battığı bir senaryo üstüne kurulmuş. Bu filmin üstüne buz gibi bir votka içilirdi, ancak ertesi gösteriye kalan 5 saatlik sürede eve gidip biraz dinlenmeyi yeğleriz. Tabii ki film uykumuzu kaçırmazsa...
.............................................................................................................
(*) St. Tropez’den başlayıp Cannes ve Nice’den geçerek Menton ve İtalya sınırına kadar uzanan yaklaşık 100 kilometrelik Akdeniz sahil şeridine verilen isim.
------------------------------------------------------------------------
Uğur Hüküm – Cannes / 17 Mayıs 2007
Bu sabaha her sabah olduğu gibi kuş sesleriyle başlamıştık, ama bugün aşk şarkılarıyla devam edeceğiz. Belki de bu vesileyle Festival sonunda çoşkulu özlem giderici keyif, hatta zafer şarkıları duyacağız. Fransa, resmi süresiyle 12 gün, belki dünyanın en prestijli sinema şenliğine, dünyanın en büyük sinema pazarına evsahipliği yapıyor, fakat köklü geleneği ve son yıllarda yetiştirdiği çok sayıda değerli sinemacıya karşın, kendi sineması tam 20 yıldır bir türlü Altın Palmiye yüzü göremiyor. Son olarak 1987’de Maurice Pialat (1925 – 2003) “Şeytan Güneşinin Altında” isimli filmiyle Fransızlara Altın Palmiye’ye sahip olma lezzetini tattırmıştı. İşte bu nedenle sabahın ilk filminin, yarışmanın ilk Fransız-fransız yapımı bir film olması epeyce merak uyandırıyordu. Yoksa güne çok sakin girmiştik. Bu sabah da dün sabahki gibi yollar nispeten boştu. Yılın resmi tatili en boş ayı Mayıs’da tam 4 bayram günü var. Hele de bunlar bir Perşembe veya Salı’ya denk gelirse, herkeste bir ‘köprü’ hevesidir gider. Köprü, bir gün ekstra izin almakla, hafta sonu dahil 4 günlük tatillere, orta boylu kaçamaklara müsait zaman dilimlerine verilen isim. 17 Mayıs “Ascension / Göğe Yükseliş” (Hz. İsa’nın göğe yükseldiğine inanılan günün) yortusu Perşembe’ye rastlayınca Cuma çoğu işyerleri kapalı, okullar yarı-tatil, dolayısıyla yollar yine bomboş. Her sabah arabayla yaptığımız 15 kilometrelik yolu 15-20 dakikada alınca, Şenlik Palası’nın altındaki parkingte de çıkışa en yakın yere konduk. Bu beklenmedik hoş sürprizler birbirine eklenince, sabah gösterilerinin düzenlendiği Lumiere salonuna hiç gelmediğimiz bir erkenlikte vardık. Saat 8’e 20 vardı ve kapılar açılmamıştı. İlk girişteki (salona girinceye kadar biri kimlik olmak üzere 4 ayrı kontrolden geçiyorsunuz) bekçi – gözcülerle sohbeti kaynattık. 5 dakikada çoğu çalışanın 2 haftalığına geçici olarak işe alındığını öğrendik. Aralarında biri Fransa doğumlu iki Türk gencinin de bulunduğu bu güvenlik görevlilerinden Bülent’le geçen yıl tanışmıştık. Bülent önemli partilerin verildiği salonlardan birinde nöbet tutuyordu. Bakalım bu sene görüşebilecek miydik? Kapılar 7.45’te açıldı. Hayatımda ilk defa gösterim salonuna birinci seyirci olarak giriyordum. Gerek çanta kontrolü yapan, gerek karşılayıcı, yer gösteren cici kızlar (aslında yer göstermezler, gereğine göre özel davetliler, jüri üyeleri gibi durumlar için resmen rezervasyonlu yerler varsa, oraya kimseyi oturtmazlar) “Bonjour , Bonjour / İyi Günler”, demekten henüz yorulmamışlardı. Herkesi günün bütün tazeliği ve en güzel gülücükleriyle karşılıyorlardı. Biri sağımızda diğeri solumuzda olmak üzere 2 ayrı koltuğu da ‘rezerve’ edip, en iyi konumdaki koltuklara kurulduk. Taktık kulaklıklarımızı radyo haberleri ve/veya müzik dinlemek üzere, açtık önümüze notlarımızı, belgelerimizi başladık çiziktirmeye. Sabah güzel başlamıştı. Sıra aşk şarkılarındaydı...
“Les chansons d’amour / Aşk Şarkıları”, 1970 doğumlu Christophe Honoré’nin 4. uzun metrajlı filmiydi. Her zerresi taze açmış çiçekler gibi gençlik kokuyordu. Işıl ışıl, cıvıl cıvıl, en acılı anlarında bile ‘Yaşaşın Hayat !’ diye haykıran bir film. Son yılların hem başarılı, hem de yakışıklı kanı deli aktörü Louis Garrel, çıtır kızlar Ludvine Sagnier, Clotilde Hesme, rolü icabı abla ve olgun çıtır kız Chiara Mastroianni (biliyorsunuz belki ama biz yine de ekleyelim Catherine Deneuve ve rahmetli Marcello Mastroianni’nin kızları) ve ötekilerle birlikte, aşk şarkıları eşliğinde gülünüyor, ağlaşılıyor, çalışılıyor, dövüşülüyor, sevişiliyor... Üçlü, dörtlü aşklar bildik, hüzünlü - neşeli şarkılar ve içerikleri bildik, soru(n)lar bildik, hayat bildik... Acaba ? Çok bilmişliklerine inananlar gitmesin bu filme ! Cannes 60. yaşında gençliğe yatırım yapmağa karar vermiş. En iddialı ‘bildik’lerde bile ne yenilikler, ne farklılıklar, ne keşfedilecek rayihalar var bir bilseniz ? Kesinlikle tatmaya, koklamaya değer bir film... “Cherbourg Şemşiyeleri” (1964) ve “Rochefort Matmazelleri” (1967) ile şarkılı konuşan filmler çığrını açan Jacques Demy’e (1931-1990) hoş bir saygı bu film aynı zamanda. Hepsi, tekmili birden, şarkılar, genç aş(ı)klar Cannes’ın jürisinden palmiye kopartmaya yetişmeyebilir bu film ama, sayesinde şen şakrak başladığımız bir güne, şen şakrak devam ediyoruz...
Şenlik binasına 100-150 metre mesafedeki kantinizmin siftahını da bu öğle yemeğinde yaptık. Cannes tren istasyonun bulunduğu sokağın başındaki “Le Pasific” lokantasında 11 Avro’ya sadece bol seçmeli ve kepçeli, taze ve leziz 3 kap yemek yemiyorsunuz. Aynı zamanda iki olgun ve esprili Cannes’lı canlı, tatlı bayan garsonun güleryüzünden yararlanıyorsunuz. 3 Avro’ya çeyrek sürahiyle içebileceğiniz bölgenin ünlü Pembe şarabı Cote de Provence’da cabası... Yeri gelmişken söyleyelim, Cannes’da “Festival boyu yiyecek içecek kazık, açlıktan ölürsünüz”, diyenlere bir çift sözümüz var. Festival sarayının karşısındaki kıyı ‘café’leri dahil, fiyatlar Paris’ten daha pahalı olmadığı gibi, çoğu yerde daha da ucuz. Biraz soruşturma ve kovuşturma, biraz da ayak basacağınız yerin kapısında asılı fiyatlara dikkat ettiniz mi, kazıklanmanız hiç bir biçimde söz konusu olamaz... Kaldı ki 100-200 metre gerilere zahmet ettiğiniz takdirde yalnızca daha ucuz lokanta, bar, café bulmakla kalmazsınız, her türlü esnafın makul fiyatlarla perakende yiyecek içecek sattığını da görürsünüz. Büyük kazık, oteller ve yatacak mekanlarda. Onun da çözümü erken ve mümkünse kolektif davranmaktan geçiyor. Bir de, ille de Festival Sarayı’nın dibinde oturayım, diye israr ederseniz, o zaman kesenizin dolgun olması gibi bir zorunluğu baştan halletmek durumundasınızdır...
Önce ikiz Verges kardeşlerden Paul’ü tanımıştım. Daha doğrusu 80’li yıllarda, Fransa’nın denizler ötesi DOM-TOM vilayetlerinden Hint Okyanusu ortasındaki La Réunion adası milletvekili Paul Verges’i televizyonda görmüş, ateşli konuşmalarına tanık olmuştum. Sıkı bir komünist partisi milletvekiliydi ve ada yönetiminin ileri derecede özerkliğini savunuyordu. Kardeşi avukat Jacques Verges’i ise çok sonraları öğrendim. İkisi de 5 Mart 1925’de Tayland’da Fransız doktor bir babayla, Vietnamlı öğretmen bir anneden dünyaya gelmişlerdi. Yaşayan en tanınmış belgeselcilerinden, 1941 Tahran doğumlu, İsviçre kökenli Fransız sinemacısı Barbet Schroeder, “L’avocat de la terreur / Terörün Avukatı: Jacques Verges” başlıklı son çalışmasıyla Cannes Film Festivali’ne ilk kez katılıyor. Schroeder, 50 yıl önce, çiçeği burnunda 16 yaşında bir sinefil olarak ilk adımını attığı Cannes’da parasızlıktan kaldığı otelin fahişelerin yatağı olduğunu sonradan fark ettiğini, ancak o günkü heyecanını bugünde sürdürdüğünü belirtiyor. Aradan geçen yıllarda fahişelerin yatağı otellerden, yıldızlar yatağı, festivalin üç büyük otelinden “Majestic”’e terfi eden Schroeder’in belgeseli öğleden sonra “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterildi. Sonunda alkışlayanlar çoğunluktaydı, ama bir iki de ıslık duyduk. Oldukça esrarengiz bir kişiliğe sahip Verges’in, 20 yüzyılın en büyük avukatlarından olduğu konusunda kimsenin tereddütü yok, ancak savunduklarına gelince işler biraz çapraşıyor. Son derece ilginç bu çalışma, J. Verges etrafındaki tüm esrar perdesini kaldırmasa da meraklısına, kişiliği tanımayanlara bir hayli zengin bilgiler veriyor. Verges 50’li yıllarda Cezayir Kurtuluş Cephesi FLN’nin efsanevi savaşçılarından Fransızlara göre terörist Djamila Bouherid’in avukatlığıyla ünlenmeye başlıyor. Hatta Cezayirli ‘Pasyonarya’ ile evlenecek kadar Cezayir yanlısı bir tavra giriyor. Bağımsızlıktan bir süre sonra herkesle bozuşuyor, ayrılıyor. Kara batak gibi bir batıyor, bir çıkıyor. Alman kızılları, Baader-Meinhoff grubu, Magdalena Kopp’un avukatlığı ve aşıklığını da üstleniyor. Küba, Çin destekli veya sayısız Filistinli militanı, mahkumu; Lübnan kökenli uluslararası terörist Carlos’u, Irak’ın eski iki numarası Tarek Aziz’i savunması Verges’e, belki onun yalnızca bu yanını bilenler için bir anlam ifade edebilir. Aynı Verges Nazi kasabı Klaus Barbie, Sırp kasabı Slobodan Miloseviç, 20 civarında Afrikalı kanlı diktatör, işkenceciyi de savunuyor. 1970-78 yılları arasında tümüyle kayboluyor. Bu tarihler Kamboçya’nın karanlık sayfalarıdır. Kızıl Kemerlerin lideri Pol Pot yakın arkadaşıdır. Bu yılların önemli bir kısmını onun yanında geçirdiği söylenmektedir. Kongolu devrimci lider Patrice Lumumba’yı öldüren Moise Tsombe ile yakınlığı bilinir. Verges’in Fransız Gizli İstihbaratıyla yakın ilişkiler içinde olduğu da iddia edilir. Filmin sonunda Verges şöyle der: “Biz avukatların doktorlara bir üstünlüğümüz vardır. (Hipokrat yemini etmediği için olsa gerek...) Dilediğimiz davayı üstlenir, dilemediğimizi reddedebiliriz. Ama savunmayı kabul ettik mi, iyi kötü, terörist direnişçi kalmaz, fark etmez bizim için. Yasa ve yeteneklerimizin elverdiği ölçüde en parlak savunuyu yapmak zorundayız.“ Peki, teröristle, işkenceciyle; diktatörlükle kurban, direnişçi, kahraman arasındaki sınırı kim belirleyecek ? Schroeder çağımızın bu olağanüstü portresi çevresinde öze yönelik, can alıcı sorular soruyor. Cevaplar izleyicilere kalıyor...
“Yönetmenlerin Onbeşi”’nde gösterilen Fransız belgeselcisi Nicolas Klotz’un son filmi “La question humaine / İnsan Soru(n)su” belgesel değil. Ancak çarpıcı gerçekçilikte bir film olduğu söyleniyor. Klotz “Parya” ve “Yara” ile başlayan bir üçlemenin son ayağı “İnsan Sorusu”nda da günümüz çalışma hayatını, sömürü üzerine kurulmuş iş ilişkilerinin yanı sıra, çokuluslu dev bir petro-kimya şirketinde çalışan bir Fransız bir psikologun bulduğu Nazi izleriyle filme bir başka politik boyut kazandırıyormuş. Bugünkü basında “Resmi Yarışma” filmleri dışında üzerinde en fazla konuşulan film. Maalesef görmeye vaktimiz olamadı. Zira biz de çoğunluk gibi festivalin heyecanla beklenen ağır toplarından, Amerikalı Joel ve Ethan Coen biraderlerin “No country for old men / İhtiyarlara Yer Yok” filmine koştuk. 1991’de “Barton Fink” ile Altın Palmiye almışlar, 1991, 1996 ve hatta 2001’de üç kez En İyi Yönetmen ödülünü kazanmışlardı. Coen kardeşler bizi son zamanlarda sulu-kanlı şiddetli filmleriyle epeyce sükutu hayale uğratmışlardı. Açıkçası “The Big Lebowsky”den (1998) beri ürettikleri tartışma götürürdü. Her zaman ortalamanın üstünde bir kalitede çalıştıklarını biliyorduk. Bir kez daha mesleki açıdan tek kelimeyle mükemmel demiyelim ama kusursuz bir film izledik. Yetmiyordu. Yine kısmen de olsa ucuz şiddet tuzağına düşülmüş, yine anlamsız, karikatürümsü mizah unsurları vardı. Halbuki biz onlardan çok başarılı tarzları olan, damardan bir “Kara Film” bekliyorduk. Günün yorgunluğundan mı desek, fazla beklentiden mi, Coen biraderler sabahki şen şakraklığımızı yitirttiler. Yanlış anlamayın asla kötü bir film değildi. Ama soğukkanlı, manyak ‘Canavar Katil” rolündeki, fevkalade kompozisyonlarını hatırladığımız İspanyol aktör Javier Bardem korkutmaktan ziyade bıyıkaltından güldürüyordu. Sıradan Teksaslı adam rolünde Josh Brolin daha inandırıcıydı. İhtiyar ve bilge şerif, Tommy Lee Jones babaya ise yazık olmuştu. Ve çıldırdım, filmin sonundan hiç bir şey anlamamıştım. Neyseki etrafımda bir Allah’ın kulu da anlamamıştı. Böylece teselli olup, deliksiz ve 4 saatlik bir uyku çekmek üzere misafir evimize yollandık.
---------------------------------------------------------------------------------
Uğur Hüküm - Cannes / 18 Mayıs 2007
Dün izlediğimiz Coen biraderlerin anlattığı ‘Yeri yurdu olmayan moruklar’ı veya iple çektiğimiz Pazartesi gösterilecek, Gus Van Sant’ın “Paranoid Parc”ı hiç görmesek de ‘Hasta ABD’ veya ‘ABD’de Hastalık’ hakkında elbette bir ‘Fikrimiz’ var. Bazıları ‘Fikrimiz’e önyargı, ideolojik bakış gibi eleştiri de getirebilirler. Haklarıdır, hatta haklı bile olabilirler. Ama bu sabahı açan, ‘Resmi Seçme’ de olup yarışma dışı gösterilen Michael Moore belgeseli “Sicko”’yu seyrettikten sonraki ‘Fikrimiz’i asgari aydın dürüstlüğü taşıyan hiç kimse, öyle bir çırpıda ‘politik’ veya ‘ideolojik’ diyerek mahkum edemez, diye düşünüyoruz. Moore’un en geri zekalıların bile yüzüne çarparcasına tasvir ettiği ‘Amerikan Sağlık Sistemini’ savunabilecek kaç babayiğit çıkar bilemeyiz. Hiddetliyiz... Zira, ama önce Coen biraderlerle halledilecek bir hesabımız var. Onu bitirelim. Bu sabah dağıtılan “Le Film Français” ve “Screen International” dergilerinin günlük baskılarındaki uzman yazar ve sinema kritiklerin, eleştirmenler görüşlerinden çıkarak hazırlanan karşılaştırmalı tablolarda gördüklerimiz bizi açıkçası şok etti. Hem Fransız, hem de başta Anglo-Saksonlar olmak üzere uluslararası tüm baba imzalar (çok azı hariç) Coen kardeşlerin filmini, şimdilik “Altın Palmiye”ye en yakın film niteliyorlar. Bu işte bir sakatlık var ya, haydi hayırlısı... Biraz, -ama o da biraz- Mehmet (Basutçu) hariç, Vecdi (Sayar) ve diğer Türk veya Fransız tanıdığımız meslekdaşlarımız arasında filmi tutan pek kimse yok. Yani Altın Palmiye’ye favori gösterenler yok. Peki, bu tablolarda Coen kardeşlerin “İhtiyarlara Yer Yok” isimli filmini Altın Palmiye’yi yerleştiren, böylesi bir değerlendirme yapan imzalar başka bir gezegende mi yaşıyor ? Yoo, çoğu zaman, beş aşağı beş yukarı gözlem ve tahminlerimiz de çakışıyor. Herhalde biz anlamadık, ne diyelim. Günahı boynumuza...
Michael Moore (d.1954) “Resmi Seçme” bölümünün bu sabah yarışma dışında gösterilen belgesel çalışması “Sicko”’da bir kez daha ‘ajan provokatör’ rolünü benimsemiş. Moore’un yöntemleri değişmiyor. Filmin içinde kamera elde hem çekiyor, hem önüne geçiyor kendini oynuyor, araştırıyor, bilgi topluyor, analiz yapıyor; hem sessiz kahramanlarını, bu kez Amerikan sağlık ve sigorta sisteminin kurbanı olan kahramanlarını eyleme katıyor, hem de vur yansın ABD’ye giydiriyor. “Aslan Asker Moore”’un klasik ve basit, ancak etkili silahlarından biri ‘karşılaştırmak’. ABD’indeki bireysel sağlık sigortası yapısını, bir kaç ‘vaka’dan kalkarak irdeledikten sonra, önce ver elini, bir kaç kilometre ötedeki Kanada.... Sosyal ve sağlık alanındaki politikasında ABD ile taban tabana zıt bir anlayış ve sisteme sahip Kanada’dan sonra İngiltere ve Fransa’yı ele alan ve kıyaslayan Moore Amerikayı yerden yere vuruyor. ABD konusunda abarttığını sanmıyoruz. Ancak Fransa ve de özellikle İngiltere’deki sağlık altyapısını anlatırken epeyce uçuyor. Hele hele belgeselin son kısmındaki Küba bölümünde. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre uzun yıllardır dünyanın en iyi Kamusal Sağlık hizmetlerine sahip Fransa’ya diyecek yok. Fakat son yıllarda hastalarını ihraç eden, giderek sosyal güvenlik politikasını liberalleştirerek ABD’ye benzemeye kalkışan İngiltere konusunda biraz daha dikkatli olması gerekirdi. En azından, İngiltere’nin ABD’ye benzemeye çalıştıkça içinde düştüğü açmazı sergileyebilirdi. Ancak anlaşılan filmi bir an önce tamamlamak arzusuyla İngiltere’den en olumlu ve istisnai örnekleri seçmekle yetinmiş. Kaldı ki Fransa’da da, son yıllarda sağ hükümetler mevcut sosyal ve sağlık sistemini değiştirmeye çalışıyorlar. Sağlık sistemine bağlı kamu harcamalarındaki delikler ve açıklamalar sağ hatta sol iktidarları farklı arayışlara itiyor. Fakat bu alanda AB ve ABD’nin iki ayrı dünya olduğu teşhisi tartışılmaz bir gerçek. Moore daha derin siyasi analizlere girmiyor, girmekte istemiyor. Anlaşılan yaptığı kıyaslamaları yeterince çarpıcı bulmayan militan belgeselci öyle bir örnek buluyorki, ABD’de de hakkında dava açılıyor. 11 Eylül’ün kurbanlarından derlediği, Amerikan sağlık sisteminin bir biçimde dışladığı 6-7 kişilik bir grubu alıp Küba’ya götürüyor. Bu hastalar orada tedavi görüp, müthiş bir tatminle ABD’ye dönüyorlar. Moore’u ağzı kulaklarında, zira Amerikan politikasının, “Şeytané ilan ettiği Küba’nın sağlık sistemi ve doktorları, Amerikan kahramanları, 11 Eylül kurbanlarına sahip çıkıyor. Moore, Amerikayı tamamen kendi argümanlaııyla vuran, vahim ve sonuç itibariyle ciddi bir propaganda filmi yapmış... Yer yer abartmalara rağmen alkışlamamak elde değil...
Öğleden sonra, yeni nesil Fransız oyuncu ve yönetmenlerinden, İtalyan kökenli ve ünlü manken-şarkıcı Carla Bruni’nin ablası Valeria Bruni-Tedeschi’nin ikinci uzun metrajlı filmini seyrettik. “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilen “Artistler” veya “Bir Gece Öncesinin Rüyası” başlıklı filminde abla Bruni, hem oyunculuk, hem de yönetmenlikteki başarısının rastlantı olmadığını kanıtlıyor. 40 yaşına merdiven dayayan tanınmış bir tiyatro oyuncusu figürü etrafında bir kadının dünyasını beklenmedik bir zenginlik ve müstehzi bir eleştirellikle yorumluyor. Sanatçı her anlamda olgunluk yaşına varması gereken, aslında genç ruhlu bir kadının, örneğin çocuk yapamamaktan, insan sevememekten veya küçük dünyasından çıkamamaktan ötürü saplandığı krizlerini gerçekten çok usta darbelerle çiziyor. Hüzünlenerek, gülümseyerek ve sonuçta “Bravo” diyerek çıktığımız bu alçakgönüllü ve akıllı filmi yarattığı için Valeria Bruni-Tedeschi’ye kocaman bir “Mersi”...
Akşamı da militan bir ‘Resmi Yarışma’ filmiyle kapatacağımızı sanıyorduk. Biraz yanılmışız. Eğitim gördüğü ABD’de çektiği üçlemesi “Shade” (1999), “I am Josh Polonski’s Brother” (2000) ve “Apartement #5C” (2002) dahil ilk 4 filmiyle ciddi ümit veren Yahudi kökenli, 1971 Marsilya doğumlu Fransız sinemacı Raphael Nadjari ilk kez ‘büyükler ve ümitler ligi’nde yarışıyor. Dincilerin egemen olduğu derin İsrail toplumda orta halli bir ailenin dramını anlatıyor. Basit bir trafik kazasından sonra esrarengiz biçimde ortadan kaybolan babanın ardından iki erkek kardeş kendilerince doğru yolu bulmaya çabalıyorlar. Özellikle 16 yaşındaki ağabey laik annesiyle koyu dindar büyükbabası ve amcası arasında bocalıyor. Nadjari Tevrat’tan derlenmiş yol gösterici sureler anlamına gelen “Tehilim” başlıklı son derece yalın ve epeyce de yansız anlatımlı filminde, hayatın her zaman basitliklerle açıklanamayacak kadar girift olduğunu sergiliyor. Hele hele gelenek ve dinin egemen olduğu bir toplumda… Genç yönetmen 2004’te yine İsrail’de çektiği “Avanim” ile başladığı kökeni ülkeyi irdelemeyi sürdürüyor. Palmiye’ye değer mi ? Jüri bilir. Ancak kayda değer bir film olduğundan hiç şüphemiz yok…
Akşamı arka sokaklarda geçtiğimiz yıllarda, her festivalde dostlarla en azından bir kez gittiğimiz sevimli bir lokantada bitirdik. Sahibi çok sevimli yaşlı bir eşcinsel olan mekanın patronu değişmiş. Servisin de, yemeğin de kalitesi düşmüş. Düş kırıklığımızı sinemasever dostlarımızla birarada olmak tesellisiyle kapattık. Uluslararası Vesoul Asya Filmleri Festivali’nin kurucuları, yorulmaz neferleri, festivalin müdürü ve sözcüsü, Türkiye ve Türk sineması aşığı, orta öğrenimde görevli idealist öğretmenler Martine ve Jean-Marc Thérouan çifti ve uzun yıllar Fransa’da mühendis olarak çalıştıktan sonra emekli olup, Chalon sur Saone kentine yerleşen sevgili Yıldırım Kaytmaz ve bayan arkadaşlarıyla festival değerlendirmesi yapıp, söylentileri paylaştık. Ve gecenin geç saatlerinde ertesi günün zorluğunu düşüne düşüne evimize döndük.
---------------------------------------------------------------------
Uğur Hüküm - Cannes / 19 Mayıs 2007
“Chacun son cinema” başlığını herkes kendine göre Türkçeye çevirebilir. Diğer Türk meslekdaşlarımız da öyle yaptılar zaten. “Herkesin Sineması Kendisine”, “Herkese Kendi Sineması”, “Herkesin Kendi Sineması” gibi ifadeleri yeğlediler... Bizde Fransızca aslına en yakın bulduğumuz sonuncusunu seçtik. Beheri 3 dakika süren toplam 2 saatlik 32,5 dilimli, Cannes sayesinde tanınmış veya yaygın bir üne kavuşmuş 35 sinema yönetmenin elinden, gözünden, aklından, kalbinden çıkma 60. yaş pastası öyle bir hazırlanmış ki, sineman(yak), sinefil, sinemasever veya perver – adına ne derseniz deyin – biraz sinemadan hoşlanıyorsanız, sevmemenize imkan yok... Sadece alfabetik düzende sıralayacağımız listeye bir bakın, ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaksınız:
“Theo Angelopoulos (Trois Minutes), Olivier Assayas (Recrudescence), Bille August (The Last Dating Show), Jane Campion (The Lady Bug), Chen Kaige (Zhanxiou Village), Michael Cimino (No Translation Needed), Joel et Ethan Coen (World Cinema), David Cronenberg (At the Suicide of the Last Jew in the World in the Last Cinema in the World), Jean-Pierre ve Luc Dardenne (Dans l’Obscurité), Manoel De Oliveira (Rencontre Unique), Raymond Depardon (Cinéma d’Eté), Atom Egoyan (Artaud Double Bill), Amos Gitai (Le Dibbouk de Haifa), Hou Hsiao Hsien (The Electric Princess House), Alejandro González Iñárritu (Anna), Aki Kaurismäki (La Fonderie), Abbas Kiarostami (Where is my Romeo ?), Takeshi Kitano (One Fine Day), Andrei Konchalovsky (Dans le Noir), Claude Lelouch (Cinéma de Boulevard), Ken Loach (Happy Ending), Nanni Moretti (Diaro di uno Spettatore), Roman Polanski (Cinéma Erotique), Raoul Ruiz (Le Don), Walter Salles (A 8 944 km de Cannes), Elia Suleiman (Irtebak), Tsai Ming-Liang (It’s a Dream), Gus Van Sant (First Kiss), Lars Von Trier (Occupations), Wim Wenders (War in Peace), Wong Kar Wai (I Travelled 9.000 km to Give it to You), Zhang Yimou (En Regardant le Film / Movie Night) ve bizzat Festival başkanı Gilles Jacob imzalı kısacık bir ‘son söz’ diyebileceğimiz (Epilogue).”
Bir pazar sabahı için biraz erken saatte başlasa da enfes bir ‘açık büfeli’ “Brunch” (Sabah kahvaltısı – öğle yemeği arası öğün) keyfiyle tükettiğimiz “Herkesin Kendi Sineması”’nda bazıları açıkçası ötekilerden çok daha lezzetliydi. Hiç olmazsa bir kaç tanesini vurgulayalım:
Yunan hoca Angelopoulos’un (d. 1936) “Trois Minutes / Üç Dakika”sı, François Truffaut’un (1932-84) “Jules et Jim”’indeki rolüyle ölümsüzleşen Fransız aktris Jeanne Moreau’nun (d. 1928) aracılığıyla sinema ve “Arıcı”nın kahramanı Marcello Mastroianni’ye (1924-96) ithaf edilmiş. Moreau montaj oyunuyla karşısına çıkan ‘Güzel Marcello’ya olan aşkını ilan ediyor...
Seyirciyi İskenderiye’nin cıvıl cıvıl, merkezi bir mahallesinde çok katlı bir binanın tepesinde kurulu açık hava sineması, “Cinéma d’été / Yazlık Sinema”’sına taşıyan ünlü Fransız fotoğrafçı ve sinemacı Raymond Depardon (d.1942) belli bir yaşın üstündeki tüm nostaljik sinemaseverleri ağlattı, desem pek abartmış olmam sanırım...
Usta Japon oyuncu, yapımcı, senaryo yazarı ve yönetmen Takeshi Kitano da (d.1947), bizzat kendisinin de yer aldığı “One Fine Day / Hoş Bir Gün”’de bir köy sinemasına dönüyor. Hem de tek kişiye film oynatacak kadar idealist bir projeksiyoncunun sinemasına. Ama ne koşullarda ? Kitano’nun ‘Kara Mizah’ı bu kez sade ‘Mizah’a dönüşüyor...
Mizah dozu daha da yüksek, tatlı bir üç dakikayı da Polonya kökenli Fransız aktör yönetmen Roman Polanski’nin (d.1933) “Cinéma Erotique / Erotik Sinema”’sına borçluyuz. Polanski adı ‘erotik’ kendi ‘komik’, neşeli üç dakikalık bir skeç yapmış...
Danimarkalı ünlü sinemacı Lars Von Trier’in (d.1956) kendisinin de rol aldığı ‘Kanlı’ komedisi “Occupations / Meşgale”’deyse kahkahalar eşliğinde ‘bağımsız sinema’ adına, bütün salon kocaman bir “OH” çekiyoruz. Lars’ın zengin bir işadamı ‘karikatürü’ne elindeki çekiçle gösterdiği tepki tüm katıksız sinefillerin duygularına tercüman oluyor...
İki filmin Türkler için özel bir önemi var. Açıklayalım:
Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın (d.1955) “Rescrudence / Nüksetme“sinde başroldeki aşık kızı geçen yıl Cannes’da yarışmalı Kısa Metrajlılar bölümünde “Bir Yudum Su” başlıklı filmiyle izlediğimiz, yönetmen ve oyuncu kardeşimiz Deniz Gamze Ergüven oynuyor.Diğeri, Joel ve Ethan Coen biraderlerin yarışma filmi “İhtiyarlara Yer Yok”’undaki Teksaslı sıradan kovboy, başrol oyuncularından Josh Brolin Amerikalı sinemacı kardeşlerin üç dakikalık “World Cinema / Dünya Sineması”nda da esas karakteri canlandırıyor. Uzun metrajlıdaki aynı kılık ve kişilik, hani sanki çekimden bir kaç saatliğine nefes almak için çıkmışcasına, ücra bir taşra kasabasının basit bir sinemasına geliyor. Afişte adını gördüğü iki filmden hangisine gideceğine karar veremiyor, kasiyer oğlana danışıyor. Bakın şu işe ki tercihini Fransız sinemasının büyük klasiklerinden Jean Renoir (1894-1979) ustanın “La regle du jeu / Oyunun Kuralı” ve Nuri Bilge Ceylan'ın (d.1959) “İklimler”’i arasında yapmak zorunda... Azıcık kafasını kaşıyan kovboy, biraz da kasiyerin etkisiyle “İklimler”'de karar kılıyor. Çıkışta kasiyeri arıyor, ama oğlan mesaisini bitirip gitmiştir. Fakat kovboy bu kez kasadaki kıza filmi ne kadar çok beğendiğini tekrar tekrar belirtip, kasiyer oğlana beğenisini iletmesini istiyor. Coen biraderlerin dünya sinemasına iki farklı örnek referans olarak Renoir ve bizim Ceylan'ı kullanması hani yani şoven duygularımızı okşamadı (!) dersek, yalan söylemiş oluruz...
Bu arada unutmadan en tatsız bulduğumuzu da ekleyelim. Filistinli sanatçı Elia Suleiman’ın “Irtebak”ı ne derece esprili, insancıl ve sorgulayıcıysa, İsrailli Amos Gitai’nin “Le dibbouk de Haifa”sı da o denli karanlık, basit ve kötü, siyonist bir propaganda filmi. 1936 Varşova’sıyla günümüz Hayfa’sı arasında parellelik kuran Yahudi sinemacının, sinemadaki gençler arasında patlayan bir bombayla bitirdiği filmi sözüm ona terörürü mahkum ediyor. Yuhalanarak hak ettiği cevabı aldı...
En sevdiğimiz iki kısa metrajlıya gelince. İlki, 5. nesil Çin sinemacılarının en parlaklarından Zhang Yimou’nun (d.1951) “Movie Night / Gece Sineması”ndaki çocukların, özellikle bir tanesinin sinema heyecanını damarlarınızda hissetmeden nasıl geçersiniz ? Enfes... Bir de köye gelen ‘Seyyar Sinema’nın başlaması, o kadar da ‘geç’e kalmasa !!!
Ve 32,5 ‘Kısa’dan şahsi kanımızca en güzeliyse, son yıllarda sineması epeyce kısırlaşan Brezilya’dan. Walter Salles (d.1956) Cannes’ın 60. yaşına ve sinemaya övgüsünü (d.1956) “A 8944 km de Cannes / Cannes 8944 km’de” başlıklı enfes bir müzikal güzelleme olarak hazırlamış. İki popüler yerel sanatçı, Caju ve Castanha 3 dakika Kuzey Doğu Brezilya’nın (Nordeste) biraz geleneksel şarkı, biraz rap tarzı diyebileceğimiz “Embolada” geleneğinde karşılıklı atışıyorlar. Portekizce ve altyazılı olmasına rağmen dinlemesi ve seyretmesi bir keyif bir keyif ki, sözcükler duygularımızı anlatmaya yetişmez...
Günün güzel sürprizleri herkese, her zevke hitap eden, “Herkesin Kendi Sineması” ile bitmemişti. Son zamanlarda kıpırdamaya başlayan İtalyan sinemasının yeni neslinden 1960 Roma doğumlu Daniele Lichetti, “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilen “Mi fratello e figlio unico / Benim Tek Çocuk Olan Kardeşim” ile bize 1950 – 60 döneminin birbirinden başarılı “Neo-realist / Yeni Gerçekçi” çalışmalarını hatırlattı. Luchetti, hiç bir sinema ekolünde asla eşine rastlayamadığımız o ‘politik – komik’ dengeli filmlerin lezzetinde bir eser yaratmış. Savaş sonrasından günümüze yaklaşan film, komünist eğilimli bir ailede büyüklerine tepki faşist harekete katılan çok akıllı bir çocuğun serüven ve gelişmesine tanık oluyor. Bu arada Elio Germano isimli baş rol oyuncusunun da geleceği çok parlak bir aktöre benzediğinin de altını çizelim. Aklınızın bir köşesinde bulunsun...
Günün tek Resmi Yarışma filmi ise bugüne kadar hiç bir eserini seyretmediğimiz Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl’dandı. 1952 Viyana doğumlu sanatçı esas itibariyle belgeselci. Yarışan uzun metrajlısı, “Import Export” bu birikimin ve belgeselci bakışın acı, çıplak ve yalın tüm tonlarını taşıyordu. Etkilenmemek elde değil. Günün hoş komedilerinden sonra Avusturya – Ukrayna – eski Yugoslavya ülkeleri arasındaki insan ve kadın ‘İhracatı – İthalatı’ üzerine çekilmiş film biraz yumruk daha doğrusu soğuk duş etkisi yarattı. Ne diyelim, gerekliydi. Seidl adını değil ama “Jesus, du weisst / İsa, Sen Biliyorsun” (2003) isimli belgeseli duymuştuk. Modern hayatta dinin yeri üzerine hazırladığı bu film Katolik kilisesinin şimşeklerini çekmişti. Avusturya ve Alman televizyonlarına da çok sayıda dizi ve belgesel yapmış olan Seidl’ın filmi belki festivalde ödül alamaz, fakat sinema dünyasında yükselen bir eğilimin, günümüzün acı gerçeklerinin sergilenmesinin acilliği ve zorunluluğunu kanıtlayan bir bakışın yeni ve farklı bir ifadesi, bir uyarı daha...
Yatağımıza düşmezden önce, filmin acı ve buruk lezzetini neşeli bir sahil kahvesinde dostlar eşliğinde dondurma yiyerek gidermeğe çalıştık...
-------------------------------------------------------------------
Uğur Hüküm - Cannes / 20 Mayıs 2007
Bugün Pazartesi 21 Mayıs, her sabahtan daha erken kalkmamız gerekiyordu. Festivalin ilk günleri telaffuz ettiğimiz, “Başlangıç, herkes henüz gelmemiştir, bayramdı, köprüydü, hafta sonuydu”, sözleri, bahaneleri hepsi bitti. Bugün gerçek Cannes’lılar çalışanı, öğrencisiyle işbaşı yapıyor. Cannes merkezine 15 kilometrelik misafirlik evimizden yola daha erken çıkmamız gerekiyor. Üstelik 5-10 dakika geciktiğimiz takdirde, şenlik sarayının altındaki ‘Park’ yerinde bile iyi yer tutabilmek güçleşiyor. Çünkü saniyede kaç araba giriş yapıyor bilemiyorum, ancak gün içinde en azından bir iki defa arabamıza ‘navlun’ (yani elimizde, sırtımızda biriken, başta kağıt ağırlıklı her türlü belge veya malzeme) atmaya gittiğimizde kaybettiğimiz mevzileri biz biliriz. Her şey zincirleme birbirine bağlı. Örneğin bir gösterimden zamanında çıkamazsanız, ki o biraz da salonun neresinde oturduğunuza bağlı, yandınız. Geç gelmişseniz ‘stratejik konumdaki’ yerleri kaçırmışsınız, uygun yerde ‘Park’ etmemişsiniz, demektir. Diyelim ki gösterimden hemen çıkamadınız, bin kişilik kuyruğun içinde iki-üç dakika yitirdiniz. 3. kattaki posta kutunuza varmakta zorlanmak 5 dakika filan kayıp demek. Basın dosyaları, gösterimler, davetler, her türlü duyuru ve bilgilendirme yollarının çoğunluğu posta kutunuz kanalıyla size ulaşıyor. Festival Kimlik kartınız manyetik ‘Badge’ınızla açabildiğiniz posta kutunuzdan çıkacaklar gününüzü yönlendiyor. Günde en azından üç-dört kez bakmak zorundasınız. Oradan ‘Basın’a ayrılmış ‘Bilgi Sayar’ salonlarına geçip, iyi bir ‘Park’ yeri yakalamak zorundasınız. Kendi bilgisayarınızla gelmiş olsanız bile (ki kuşkusuz bu seçeneğimizde yanımızda ancak çoğu zaman bu da yetersiz kalıyor) farklı mekanlarda yine bir ‘Park’ sorunu söz konusu... ‘Park’ sorunu sadece araba, bilgisayar, sinema salonlarındaki koltuklarla bitmiyor. Belki de en önemlisi gösterimlere girmezden önce kuyruktaki ‘Park’ yeriniz. Kapasitesi 250 ile 2500 koltuk arası değişen gösterim salonlarına girmek için yaklaşık (tabii ki bu durum film ve ‘Badge’nızın rengine göre değişiyor. Bakınız “Cannes Günlüğü - 0 ve 2”.) yarım saat önce kuyrukta hazır olmak gerekiyor. Ancak ön taraflarda ‘Park’ etmiş bir ‘arkadaşınız’ varsa, ona ilişmek, zaman zaman yükselen homurdanmalara rağmen yasak değil. Herkes bu günahı gözümüzün içine baka baka işliyor. Yani kuyrukta da size yer ayıranlar varsa, yaşadınız. Aksi takdirde saniye farkıyla, ‘yer kalmadı’ gerekçesiyle gösterime girememe gibi durumların kurbanı biri olarak, festivale ‘yalnız gelmek’ ve/veya ‘yalnız kalmak’ın ne denli dezavantajlı olduğunu çok iyi biliriz. Herkes kendi ‘Park’ının önlemlerini almazsa vay halinize...
Festivalin merakla beklenen yarışma filmlerinden, 2003’te “Elephant / Fil” ile hem Altın Palmiye hem de En İyi Yönetmen ödüllerini kazanan, 1952 doğumlu ABD’li yönetmen Gus Van Sant’ın “Paranoid Parc”’ını görecektik. Gördük, görmesine ancak, yukarda öngördüğümüz sorunların hemen hemen hepsini yaşadık. 5 dakika gecikmeyle evden çıkmayla başlayan aksilikler zinciri bütün gün peşimizi bırakmadı. Özellikle okul önlerindeki trafikte 15 dakikalık tıkanıklık, festival sarayı garajındaki kötü yer, gösteri salonundaki dezavantajlı konum, filmden çıkıştaki gecikme, bilgisayar salonundaki kuyruk vs vs vs... Nirvana grubunun intihar eden marjinal lideri Kurt Cobain üzerine 2005’te çevirdiği “Last Days / Son Günler” adlı filmiyle bizim de içinde olduğumuz büyük bir grup sinemaseveri düş kırıklığına uğratan Van Sant bu kez bizi teselli etmesini bildi. ‘Ağır Top’ favorilerden kabul edilen Amerikalı yönetmen yine liseli ergenlik çağındaki kaykaycı çocukları ele alıyordu. Değerli sinemacının yeni çalışması, “Elephant” kadar şiddet veya uyarıcı vuruculuk içermese de yine gençlerdeki sorumsuzluk, öldürmeye kadar gidebilen bilinçsizliğin, utangaç bir edayla toplumsal boşluğun altını çiziyordu. Bizce genç oyuncusu o kadar ikna edici olmasa da, Van Sant özellikle özgün anlatımında, montaj ve teknik dilinde 2003’ten de ileri bir olgunluğa ulaşmıştı..
Park ve benzeri sorunlarla başlayan günümüzün en büyük kaybı, 1971 doğumlu Meksikalı Carlos Reygadas’ın “Stellet Licht / Sessiz Işık”ını kaçırmamız oldu. Kendisini 2002’de ‘Yönetmenlerin Onbeş’ine katıldığı “Japon” ve 2005’te ‘Resmi Yarışma’ bölümünde yer alan çok çarpıcı, ancak seyredenlerde ciddi biçimde görüş ayrılığı yaratan “Batalla en el cielo / Gökyüzünde Savaş” filmleriyle tanımıştık. Genç sinemacı hikayesini bu kez Meksika’nın kuzeyinde yaşayan ‘Mennonit’ tarikatından bir kişilik üzerine kuruyormuş. 3. uzun metrajlısıyla 3. kez Cannes’a katılma hakkını kazanmak pek herkese ‘kısmet’ olan bir durum değildir. Film izleyenlere göre sürpriz yapabilir. Gel de kaçırdığına yanma şimdi...
Gazetemiz Cumhuriyet’e yazı yetiştirme görevinden ötürü gün boyu kaçırmalar tanınmış İngiliz yönetmen Michael Winterbottom’ın (d.1961) yarışma dışı “A mighty heart”’ı ile devam etti. Sinemacı, 2002 yılında Pakistan’da İslamcı teröristler tarafından kaçırılıp öldürülen Amerikalı cesur gazeteci Daniel Pearl’ün hikayesini Fransız eşi Mariane’nın yazdığı kitaptan hareketle çekmiş...
Sabah bir Latino’yu kaçırdık, fakat öğleden sonra ‘Belirli Bir Bakış’ta enfes başka bir (iki) ‘Latino’yu yakaladık. Hem de böyle beklenmedik, tanınmamış sanatçılarla karşılaşınca, keşfin tadı bir başka oluyor. İki Uruguaylı yönetmen, yaşları ilerleyen karamsarlara, yaşlılığa aday sinema yapma heveslilerine umut verecek kalitede tatlı mı tatlı bir sosyal hassasiyetli komedi yapmışlar. Güney Amerikan’dan yükselen eleştirel ve gerçekçi dalgaların yeni bir kanıtı daha. 1953 Melo doğumlu Enrique Fernandez ve 1950 doğumlu Cesar Charlone’nin “El bano del papa / Papa’nın Helası” Papa 2. Jean-Paul’ün 1988 yılında Uruguay’ın Melo kentine yaptığı ziyaret çevresinde kurulmuş. Ziyaretten umulan ticari ve turistik beklentiler, yöre sakinlerinin gündelik hayatı ve hayalleri hicivli ancak gerçekçi bir havada işleniyor. Örnek bir film..
Sonra akşam oldu ve Quentin Tarantino ile havai fişekler patladıldı... Hollywood’un 1963 doğumlu bu yaratıcı ve havai çocuğu açıkçası bizim ‘damak tadımıza’ pek uymaz. En ‘parlak’ denilen filmlerini bile biraz ‘bıyıkaltı’ndan tebessümle izlemişimdir. Sayısı topu topu 6’yı bulan eserinin sinematografik değerini küçümsemek haddimize düşmez. Şiddeti yapayca renklendiren, komedileştiren tarzına oldu bitti bir ‘kayıt’ düşmüşümdür. “Reservoir Dogs” (1992), “Pulp Fiction” (1994), “Jackie Brown” (1997), “Kill Bill 1-2” (2003-4) türünün en keyifli fimleri arasındadır. Doğru. Ama açıkçası Resmi Yarışma filmi “Death Proof / Ölüm Geçmez”’e geri geri adımlarla gittik. Gösterimden izlenim ve duygularımızı bir an önce, unuıtmadan anlatmak için koşa koşa çıktık. Tarantino’nun en beğendiğimiz filmini seyretmiş bulunuyorduk. Jüri Tarantino’nun bu filmini şu veya bu gerekçeyle kayda değer bulur mu, bilemeyiz. Bir kere genç usta şiddetin dozunu, bir sahne hariç epeyce azaltmıştı. Başta Sidney kızı Sydney Tamiia Poitier olmak üzere filmin ‘girls’, kızları birbirinden başarılıydı. Ve de özetle çok önemlisi, Tarantino bu kez çok güçlü ‘Feminist’ bir film yapmıştı. Bu sonuçta mükemmel ‘Maço’, Kurt Russel’in çizdiği portrenin payı da çok ama çok büyüktü. Kim bilir belki Tarantino da Aragon okumuştu. Şairin dediği gibi “İnsanlığın geleceğinin kadın”, olduğunu anlamıştı, hatta sert-sıkı savunuyordu...
----------------------------------------------------------------------------
Uğur Hüküm - Cannes / 21 Mayıs 2007
O görüntüyü hayatım boyu unutmayacağımı biliyordum, ama bir sinema eseri vesilesiyle ve bu denli kuvvetli bir biçimde gündemime gelebileceğini, onu hatırlayabileceğimi, açıkçası düşünümezdim. Başlıkta kullandığımız ‘Zindan’ işin metaforu, ancak ‘cuk’ oturuyor. Mesele “Skafandır”da, yani dalgıç kılığında, kispetinde, başlığında. “Skafandır” sözcüğünün dalgıçların, sualtıcıların Türkçe sözlüklerinde, yazışmalarında geçtiğini görünce ben de kullandım. Tabii ki yaygın bilinen karşılığı, ‘dalgıç elbisesi’ veya göze en çok batan kısmı nedeniyle ‘dalgıç başlığı’. Halbuki Fransızca – Türkçe lügatlarda ‘dalgıç kispeti’ diye de geçiyor. Her durumda, hele hele eski denizaltı ve dalma teknikleri veya sünger avcılarının kılıklarını bilenler, Jules Verne’nin romanından esinlenerek çevrilmiş, Kirk Douglas ve James Mason’lu 1954 yapımı “Denizler Altında Yirmibin Fersah”, filmini görmüş olanlarınız da hatırlayacaklardır. Griye çalan koyu yeşil, kahverengi deri, muşamba boydan giysi ve üstündeki metal başlıklı görüntü bana çocukluğumdan beri ürküntü verirdi. Geçtiğimiz Eylül ayında, dostlarla çıktığımız bir ‘Mavi Yolculuk’ sırasında Sedir adası yakınlarında demirlemiştik. Yakındaki antik tiyatro ziyareti dönüşü küçük iskeleden kayığımıza binerken kıyıda ‘hayalet’ gibi bir yaratık bir anlık da olsa, adeta o çocukluk korkularımı uyandırdı. Asla unutamayacağım bir görüntü: Bir saniye sürmeyen bir tereddütten sonra anladım ki, ‘Skafandır’ı andıran garip bir kılık giymiş, takmış her neyse bir insan ayakları suda, kıyıda duruyordu. Önce gerçekten dalgıç sandım. Bu sanrım da belki bir kaç saniye sürdü. Dudaklarımda, - sanırım - hayret ve alayla karışık gayri ihtiyari bir gülümseme belirdi. 10 metreden gördüğüm, daha doğrusu hayatımda ilk defa bu kadar yakından fark ettiğim ‘yaratık’, siyah değil ama nefti mi desem kahverengi mi, çok koyu renkli ve tuhaf bir kumaştan veya plastikten yapma bir kılıklı, tesettürlü, evet tesettür mayolu yaşlıca bir kadındı. Tüm tesettürlü ‘mayo’lar (onun adına nasıl mayo denir bilemem) böyle midir, hiç sanmıyorum, olamaz diye düşünüyorum. Fakat içindeki kadıncağızın nefes alıp verişi, kafasına metal başlıklı ‘skafandır’ geçirmiş dalgıçlarınki gibi kuvvetliydi. 10 metre mesafeden rahatlıkla duyuluyordu. Bu garip sahneyi tek şaşkın şaşkın seyreden ben değildim. Etraftaki turistlerden fotoğraf çekenler bile vardı. Yanımızdaki bayan arkadaşlardan biri kendini tutamayıp, “Yahu bu kadıncağız denize mi giriyor, ‘zindan’a mı ?”, deyiverdi. Bu sabahki ilk yarışma filminde işte o sözcükler kulağımızda çın çın çınladı...
22 Mayıs gününün ilk yarışma filmi tümüyle Fransızca, Fransız yapımı, Fransız oyuncularla fakat Amerikalı bir sinemacı tarafından çekilmişti. 1951 New York doğumlu, neo-ekspresyonist bir ressam olarak ünlenen Julian Schnabel, 1999’da bir başka sıradışı plastik sanatçı, eski dostu Haiti kökenli Jean-Michel Basquiat (1960-88) ve 2000 yılında da Küba kökenli şair, yazar dostu Reinaldo Arenas (1943-90) üzerine çektiği iki filmle sinema dünyasına katılmıştı. Schnabel bu kez yine bir olağanötesi gerçek hayat hikayesi, deyim yerindeyse mücadelesinden yola çıkıyordu. “Le scaphandre et le papillon / Dalgıç Giysisi (Başlığı) ve Kelebek”, 1995 Aralığında geçirdiği bir beyin embolisi sonucu “Locked-in syndrom / İç kilitlenme sendromu”na tutulan ELLE dergisi Genel Yayın yönetmeni Jean-Dominique Baudy’nin otobiyografik romanın sinemaya uyarlamasıydı. Kendini yalnızca bir tek göz kapağını kıpırdatarak ifade edebilen Baudy’i Fransız sinemasının son 10 yılda grafiği en yüksek aktörlerinden Mathieu Amalric canlandırıyor. Kendi sözcükleriyle “Hayalgücü ve belleğini zorlayarak”, yaşama tutunan Baudy başta kitabını harf harf yazdırdığı özel ‘tercümanı’ olmak üzere, kadın hastabakıcı ve uzman doktorlarının da verdiği heyecan ve dürtüyle yaklaşık 1,5 yıl daha yaşıyor. Kitabı basıldıktan bir kaç gün sonra da dünyaya veda ediyor. Yazar kendisini çevreleyen “Zindan”ı içinden çıkamadığı bir “Dalgıç Giysisi”ne benzetiyor. Sonra da kozasından uçup gidecek bir kelebek. Kamera dünyayı çoğu zaman Baudy’nin tek gözünden izliyor. İnsanı bir an bile sıkmayan, hiç bir fazlalalık hissetmediğimiz, duygu sömürüsü tuzağına asla düşülmeyen, yer yer o ‘zindan alemi’ni içe dönük hicviyle yaşanır kılan Baudy’nin hikayesi bizi çok ama çok duygulandırdı. Filmin akışı, oyuncu yönetimi, senaryoyu cidden sevdik. Şiddetle kitabı okuma arzusu duyduk. Roman yazarı Orhan Pamuk’lu bir jüri bu heyecanı bizimle nereye kadar paylaşır acaba ?
Bu bizim şahsi yorumumuz kuşkusuz, fakat değişik bir “Skafandır ve Zindan” ikilemi günün ikinci Resmi Yarışma filmi için de geçerli. 1969 İran doğumlu, çizgi roman sanatçısı Marjane Satrapi ve 1970 La Rochelle doğumlu yine çizer ve de sinemacı Vincent Paronnaud’nun ortak çizgi-animasyon filmleri “Persepolis”’te çağdaş (!) İran’ın dramı, İranlı kadınların acı, karanlık, zindansı dünyaları anlatılıyor. Satrapi 1999’dan beri yerleştiği Fransa’da kara kalemi, özgün stili ve eserleriyle İran’daki fanatik, ilkel rejime karşı özgür, modern ve laik bir toplum için mücadele veriyor. Sanatçının İran’da yaşadığı çocukluk ve genç kızlık yıllarını özetlediği, Fransa’da 3 yıldır en çok satan çizgi-romanlar arasında yer alan 4 ciltlik çizgi romanı “Persepolis”’in, şahsi kanımızca en kısa zamanda Türkçe’ye çevrilmesi gerektiği gibi, daha geniş kitleleri uyarma kapasitesine sahipbu filmi dağıtacak birileri de bir an önce bulunmalı ve eser Türkiye’de gösterilmelidir. İran istediği kadar ‘Fransa bu filmle içişlerimize karışıyor’, söylemini sürdüregelsin, güneşe sürekli kara çalmak imkansız. İran devlet başkanını Türk devlet başkanından üstün gören meclislerin başkanlarının eşlerini (onlar zaten gönüllü zindanlarından memnunlar) değil bizzat bu beyefendileri biraz ‘skafandır’lara sokmak gerek. Kim bilir dünyayı ‘tam açıyla’ görebilmenin anlamını belki o zaman daha iyi kavrarlar. “Persepolis” eğer Cannes’da bir ödül alamazsa, vay benim demokrat gönlüm ve aklıma...
“Yönetmenlerin Onbeşi”nde büyük “G”li (*) gün geldi. Semih Kaplanoğlu ve “Yumurtası”da görücüye çıktı. Bu bölümün filmleri genelde Hilton oteli Noga salonunda gösterilir ve biz de ne zaman gitsek, bu yaklaşık 500 kişilik salona hiç beklemeden gireriz. Ama bu kez hiç de öyle olmadı. Kapıda en azından 300 kişilik bir kuyruk. Üzüldük, beklemek zorundaydık ve keyfimizce bir yere oturamayacaktık. Çok sevindik, demek ki filmle ilgili ön söylentiler olumluydu.Ve beklenen oldu. İlk defa bir Kaplanoğlu filmi seyrediyordum. O ne huzur, o ne olgunluk... Filmin gösterim sonunda uzun uzun alkışlanması, filmle ilgili düşünce ve duygumuzun pek de sübjektif olmadığının kanıtıydı.
Uzun bir günün sonunda belli bir risk alıp, ilk kez bir saat 22 seansına gitmeye karar verdik. Yarın yolcuyuz. Aksi takdirde bir film daha kaçırmış olacağız. Ayrıca Istvan Szabo, Miklos Jancso dahil bir zamanların ‘ekol’ ülkesi Macaristan neredeyse kayıplara karıştı, Göreceğimiz film sürpriz yapabilir, deniyordu. Evet, son yıllarda gerçekten sesi soluğu kesilmiş Macar sinemasının muhtemelen yaşayan en üretken ve önemli yönetmeni, 1955 Pecz doğumlu Bela Tarr söylendiği kadar eşsiz bir estet. Yarışmadaya katılan filmi, Georges Simenon’dan polisiye esintili, siyah beyaz «The Man from London / Londralı Adam » neredeyse kare kare, sekans sekans tadı çıkartılması gereken bir eser. Ancak bütünü bir sinema eseri olarak ele aldığımızda maalesef pek olumlu şeyler söylemek olası değil. Hatta basın gösterimi sırasında salonun yarısının boşaldığını, kalanların çok ciddi bir bölümünün de uyuduğunu itiraf edelim… Haksız sayılmazlar, zira ölümüne sıkıcı, çok uzun, çok zorlukla izlenebilen teatral yorumlar... Halbuki yarın sabahki buluşmamız, tam bir “G günü”, öylesine hayati ki, bilemediniz 3-4 saat uykuyla bu randevunun hakkını verip veremeyeceğimiz konusunda ciddi kuşkularımız var...
................................................................................
(*) Fransızcada “Gün” anlamına gelen “Jour” kelimesinin ilk harfi J’yi vurguluyarak beklediğiniz, bir biçimde çok önemli bir olayın yaşanacağı günü anlatmak için kullanılan özgün ifadelerden biri de “Jour J” yani “G Günü”dür. Büyük “Gün” geldi demek istiyoruz...
-------------------------------------------------------------------------------